“Kapı çalanın kapısı çalınır” “Rüzgâr eken, fırtına biçer” “Zulm ile âbâd olanın âhiri berbâd olur” Misalleri çoğaltabiliriz, yüzlerle hattâ belki de binlerle… Kimsenin yaptığı yanına kalmıyor. Beşer zulm ediyor; kader ise adâletle mukabele ediyor. Fransa Kralı Fransuva Kutsal Roma-Cermen İmparatoru Şarlken’e esir düşünce, Fransuva’nın annesi Luiz dö Savua, Kanunî Sultan Süleyman Han’a bir mektup gönderip oğlunun kurtarılmasını istemişti. Ve O “Muhteşem” Süleyman da annenin dileğini yerine getirmiş; oğlunu Şarlken’in elinden kurtarmıştı. Fransa Devleti bu hadisenin ezikliği ile iki yüz elli yıl kadar yaşadı. Sonra XVIII. yy.’ın sonunda Mısır’ı işgal etmek suretiyle mayasında olanı göstermiş oldu. İş bununla kaldı mı? Tabii ki hayır. Devlet-i Aliyyemiz tarih sahnesinden silininceye ve hatta günümüze gelinceye kadar diğer galip ile birlikte reva görülen haydutluklardan bir nebze olsun geri durmadı. Ermeni davasında Ermeni’den çok Ermeni; ayrılıkçı Kürt kalkışmasında PKK’dan ziyade PKK’lı oldu. Diğer Avrupalı devletler gibi Ortadoğu coğrafyasındaki vahşetlere seyirci kalmakla yetinmedi, yangına benzin döktü; barut fıçısına barut takviye etti. Bu coğrafyadaki ölenlerin, fare ölüsünden bir farkı yoktu, “uygar Avrupalı dostlarımız” için. “Keser döner, sap döner; gün gelir hesap döner” vecizesi uyarınca kendi doldurdukları silahın namlusu kendilerine dönünce, işin vehâmetini kavrar gibi oluyorlar. Paris’te bomba patlamış, yüzlerce kişi ölmüştü. Daha önce milyonların ölümüne, kulağını tıkayıp gözünü kapamayı yeğleyen “medenî dünya” bir anda ayağa kalkmış, duymayan kalmamış, yer yerinden oynamıştı… Sağlıklı ve sağduyulu bir akılla oturup düşündüğümüzde emperyalist güçlerin, vandalların, kan içicilerin, nekrofillerin suçunu, günahını, orada ölen insanlar arasında bulunan masumlardan çıkarmaya, “tıpkı onlar gibi” -oh olsun- demeye, bizim akidemiz imkan vermezdi… Bizim inancımıza göre: bir gemi dolusu haydut arasında “bir tek” masum bulunsa, o gemi batırılamazdı… Bizim akidemize göre, zulme rıza zulümdür. Ancak gel gör ki, yaşanan büyük fırtınalar, bizim ahlâk anlayışımızı da dümûra uğratmıştı.. “Beni ısırmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışını iyice içselleştirmiştik Komşumuzun başına gelene sevinir olmuştuk hattâ. Düşman bellediklerimize karşı -gerçek düşmanımız olup olmadıklarını sorgulamaksızın- “vurun kahpeye” korosuna katılmış, linç seramonileri düzenleyenlerle birlikte yangından mal kaçırma ve “ne olur bir tekme de ben atayım” nobranlığı ile dörtnala günahlara koşarken ağlanacak bu halimize bir de sevinir olmuş idik… Nereden geldiği belli olmayan bir şamar tepemize indiğinde, belki o zaman anlıyoruz Hanya’nın Konya’ya olan farkını. Nitekim Taksim İstiklâl caddesinde terör yine masumların canını aldı… Oturup düşünme vaktidir… Biz de en iyisi Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi: Hak şerleri hayr eyler, Zannetme ki gayr eyler, Arif anı seyr eyler, Mevlâ görelim neyler; Neylerse güzel eyler. diyerekten bu bahsi kapayalım.