12 Eylül öncesi bir akşam herkesin yakinen tanıdığı rahmetli Milletvekili İlyas Arslan ile Ömer Çabuk’un Kayseri’ye gitmeleri gerekiyormuş. “Büyüksoy’un arabasıyla gideriz” diyerek beni aramaya başlamışlar. Meğer İlyas Arslan Kayseri’de iş görüşmesi yapacakmış. 11 Eylül akşamı beraberce gittik. Bizi Turan otelde misafir ettiler. Sabah namazı için resepsiyon görevlisi uyandırdı beni: “Sabah ezanı okundu ama camiye gidemezsiniz çünkü ihtilal oldu” dedi ve telefonu kapattı.
Hemen yan odadaki arkadaşlarımın kapısını çaldım heyecanla: “ihtilal olmuş” dedim. Apar topar resepsiyona indiğimizde gördüğümüz manzara korkunçtu.
Cadde ve sokaklardan topladıkları insanları bir bir getirmişler, yatanlar, oturanlar, ellerinde valizi olduğu gibi heybesi torbası olanlarda vardı. Bir süre bekledik. İhtilal konseyi açıklandı. Saat 15.00’e kadar kimse sokağa çıkamadı. 15.00’ te yasak kalkınca hiç arkamıza bakmadan bindik arabamıza Sarıkaya ilçemize kendimizi attık. Yasin Hatipoğlu abimizin de orada olduğunu öğrenince ihtilalin ne getirip ne götüreceğini öğrenmek için evine gittik. Çay ve kahve içtik. Kaygılıydı. Anlatıyor anlatıyor anlatıyordu…
1960 ihtilalinde Menderes’e yapılanları, uyguladıkları yanlış yöntemleri bir bir sıralıyordu. Her seferinde ihtilalin doğru bir yöntem olmadığını, kimin ne zaman, nerede, ne yapacağını bilmediğini, anayasayı toptan değiştirebileceklerini, belki de siyasi partileri kapatacaklarını, sonunda da kendilerinin tutuklanabileceklerini söylediğini bugünkü gibi hatırlıyorum.
Yasin abi hem hukukçu hem de tecrübeli bir siyasi büyüğümüzdü. Daha sonraki gelişmeler bir takım keyfi uygulamalar, soruşturmalar, hapishaneler… Bununla da yetinilmedi ihtilalin haşmetli devlet başkanı: “Haksızlık da yapmadık bir sağdan bir soldan, yaşları 16-17 olan gençlerin yaşlarını büyüterek idam ettik” dediği çok meşhurdur ama bir o kadar da acıdır.
Bizzat yaşadığım bir olayı anlatmadan geçemeyeceğim. İhtilal sonunda memur olarak çalıştığım iş yerinde öğle arasıydı. İşçilerde genel temizlik yapmışlar, binanın önündeki bankta dinleniyorlardı. O günlerin meşhur Veli Başçavuş’u da köy hizmetlerine ait sivil bir araç içerisinde asayiş adına mahallelerde devriye geziyordu.
Biraz sonra yolun ortasında aracı durdurdu. Kim olduğumuzu sordu. Burada görevli memur olduğumuzu söyledik. Sakallı bir arkadaşımızı parmağı ile işaret ederek yanına çağırdı. Arkadaşımızın ayakları çıplak paçaları sıvalıydı: “Beni mi komutanım!” dediğinde, Veli Başçavuş: “Evet sen!” dedi. Koşarak gitti Süleyman Peksert’i, bindirdiler aracın üzerine, nereye gittiklerini bilemedik. Aramadık yer de koymadık. Akşam mesai bitiminden bir saat sonra çıkıverdi ortaya, sakalı kesik bir şekilde…
Meğer Veli Başçavuş bizim Süleyman’ı sorgulamış. Devlet memuru sakallı olur mu olmaz mı? Kendi kendine homurdanıyormuş. Öğle saatlerinde aldığı şüphelileri mesai bitmeden üst komutanına çıkartır, bilgi verirmiş. Gördüğü tanıdığı kişilere de devlet memurunun sakallı olup olmayacağını soruyormuş. Dipçikle de arada bir vuruyorlarmış şüphelilere. Sonunda vilayet önüne getirmişler.
Vilayetin önünde muhafazakâr olarak bilinen Vali’nin Özel Kalem Müdürü Hüseyin Önal Bey’i görünce bizim Süleyman sevinmiş: “Hüseyin Bey devlet memuru sakallı olur der. Beni de serbest bırakırlar” diye geçirmiş içinden.
Oda eksik olmasın “Haşa komutanım, devlet memuru sakallı olmaz” demez mi! Bunu duyan Veli Başçavuş biraz daha cesaretlenerek bizim Süleyman’ı alay komutanına çıkartmış.
Komutan bakmış: “Bunun suçu nedir?” diye sormuş. Başçavuş: “Bu bir devlet memuru ama sakalı var” demiş. Komutan: “ Bunun için mi getirdin? Bu kanunlarımızda suç değil” deyip Veli Başçavuş’u azarlamış. Ardından Süleyman’a dönerek: “Bak evladım sakalını kestir. Bundan böyle başın ağrıyabilir” diye ikaz edip Süleyman’ı bıraktırmış.
İşte 12 Eylül’ün getirdiklerinden sadece bir kare.